
Eylül ayında Arter’de açılan Alev Ebüzziya’nın Tekerrür adlı sergisi sanatçının Türkiye’de bir müzede açtığı ilk kişisel sergisi olma özelliği taşıyor. Kendisiyle konuştuğumuz sanatçı çanaklarının sadeliğiyle ve ham maddesiyle ilgili şunları söylüyor: “Sade dünyanın en komplike şeyidir. Çünkü ona ulaşmak için çok süzgeçten geçmek ve geçirmek gerekiyor… Öte yandan kendimi anlatabileceğim, düşüncelerimi ortaya koyabileceğim ve işleyebildiğim tek madde çamur…”
Arter, sonbaharı beş yeni sergiyle karşılıyor. Arter Koleksiyonu’ndan ve koleksiyon dışından oluşturulan yeni sergiler, 10 Eylül’de açıldı. O sergilerden biri de Alev Ebüzziya Siesbye’nin Tekerrür adlı kişisel sergisi. Sergi, sanatçının son dönemde ürettiği yeni yapıtlarını bir araya getiriyor. Arter ekibinden Eda Berkmen’in küratörlüğünü üstlendiği sergide seramik sanatçısı Siesbye’nin tekrar kavramından yola çıkarak ve tek bir malzemeye, yönteme ve biçime odaklanarak gerçekleştirdiği üretim, yeni bir bağlamda sunuluyor. Sanatçının renk, şekil ve boyut farklarından uzaklaşarak bu sergi için özel olarak ürettiği yüksek pişirimli çanaklardan oluşan Tekerrür, 24 Ocak 2021’e kadar Arter’de ziyarete açık olacak.

Alev Ebüzziya Siesbye’nin Tekerrür başlıklı kişisel sergisi, ağırlıklı olarak siyah ve grinin tonlarında sırlanmış, büyük boyutlu çanaklardan oluşuyor. Yuvarlak şişkin karınlı, yayvan ve alçak, dar ve uzun gibi farklı formlardaki yapıtlar, sergide biçimlerindeki benzerliklere göre beş grup hâlinde sunuluyor. Sanatçı, bu yapıtlarında renk çeşitliliğini devreye sokmadığı gibi çanakların süslemelerini de en aza indirgiyor. Çanakların genellikle ağız bölümüne ya da hemen altına yerleştirilen yatay çizgiler dışında çoğunlukla başka bir detaya yer vermeyen Siesbye, bu sergi için gerçekleştirdiği üretimde kendini iyice sınırlandırarak, tekrar eden formlar arasındaki nüansların keşfini izleyiciye bırakıyor.
Tekerrür sergisinde, siyah ve gri tondaki çanakların hâkimiyetini bir niş içerisine yerleşen, avuç içine sığacak kadar küçük, koyu tonlarda sırlanmış mavi çanaklar kırıyor. Uzaktan, bir porteye yazılmış notaları andıran bu küçük çanaklar, bir yandan tekrar ve fark arasındaki ince çizgiyi daha da belirgin kılarken, diğer yandan sanatçının üretim sürecini yankılayan görsel bir ritim ortaya koyuyor.
TEKERRÜR MÜMKÜN MÜDÜR?
Sergi ismini, Søren Kierkegaard’ın 1843 yılında yayımlanan Tekerrür başlıklı kitabından ödünç alıyor. Kitapta izi sürülen “Tekerrür mümkün müdür, ne öneme sahiptir ve bir şey tekrar ettiğinde kendisinden bir şey kaybeder mi yoksa kazanır mı?” soruları, Alev Ebüzziya Siesbye’nin neredeyse altmış yıla yayılan pratiğinin prensiplerini anlamak için bir anahtar işlevi görüyor. Tekerrür sergisinde Alev Ebüzziya Siesbye, basit görülebilecek bir formun en iyi örneğini yapma arayışındaki adanmışlığı ve sürecinin özüne yerleşen, çalışmalarındaki dürüstlüğün kaynağı olan kuşkuyu bir arada sunuyor.

Bir ömür boyu, her gün biraz daha iyisi hedeflenerek, sayısız kez tekrar eden hareket ve ritimlerin sonucunda ortaya çıkan bu zamansız çanaklar, tekrarlamanın imkânsızlığını ve getirdiği dönüşümü görünür kılıyor; boyutlarından bağımsız, anıtsal bir varlık göstererek yoğunluk ve genişlik, sağlamlık ve kırılganlık, şiddet ve dinginlik gibi karşıtlıklar arasındaki hassas dengeyi cisimleştiriyorlar. Alev Ebüzziya Siesbye’nin güzellik, uyum ve dengenin evrenselliğini, gündelik ve kadim bir nesnede buluşturan yapıtları kavramsal araştırmaların önceliklendirildiği, çok çeşitli malzeme ve tekniklerle yapılan denemelerin yaygın olduğu çağdaş sanat alanında göz ardı edilen bir değerler bütününe de dikkat çekiyor.
HER ÇAMURUN AYRI BİR DİLİ VAR

Tekekürrür’ü kendisiyle konuştuğumuz Alev Ebüzziya Siesbye şunları söylüyor: “Benim için çok heyecan verici bir gün. Türkiye’deki ilk müze sergim. Ayrıca bu müzenin Arter olması benim hem çok heyecanlandırıcı hem de beni çok zor duruma düşüren bir teklifti. Bu teklifi hem çok severek ama büyük korkuyla kabul ettim. Çok gurur duyuyorum burada olmaktan. Herkese çok teşekkür ederim.” Ebüzziya İskandinavya’nın sanatını nasıl etkilediğini de şu sözlerle dile getiriyor: “Danimarka’ya gittiğim zaman yüksek pişirimli seramiğin ne olduğunu bilmezdim. Türkiye’de ve Almanya’da çamurlarla çalışmıştım. Ama Danimarka’da yüksek pişirimli çamura ilk defa dokundum ve orada anladım ki her çamurun bir dili var. Her çamurdan her iş yapılamaz. Porselenden yaptığımız iş yüksek pişirimli seramiğe benzeyemez. Öte yandan Danimarkalılar sandılar ki ben sadeliği orada öğrendim. Fakat ben koca bir Mezopotamya’yı ve Anadolu Medeniyetlerini bilen, seven biri olarak; sadeliği sevdiğim için Danimarka’ya gitmeyi seçmiştim. Danimarkalı doğup orada büyüseydim ya da Türk olup burada kalsaydım bu işler çıkmayacaktı. Ben hep Mezopotamya ve Mısır sanatlarını çok sevdim. Sade, yoğun, dingin ve titreşimi olanı sevdim. Sade dünyanın en komplike şeyidir. Sade çok komplikedir. Çünkü ona ulaşmak için çok süzgeçten geçmek ve geçirmek gerekiyor. Danimarka’da öğrendiğim en önemli şey ise görmeyi öğrenmek. Yani bir işe baktığınız zaman onun neden kötü olduğunu anlayabilmeyi öğrendim. Bakmak yetmiyor. Görmek lazım. Bu süreçte Danimarka’da bir fabrikada özgür sanatçı olarak çalışıyordum. O fabrikanın sanat galerisinde bir sergi açtım. Ondan sonra kendi atölyemi kurdum ve o atölyeden çıkan işlerimle ilk sergim açıldı. Daha sonra her şey kendiliğinden gelişti.”

KENDİMİ BAŞKA TÜRLÜ ANLATAMAM
“Çamur benim kendimi anlatabileceğim bir madde. Başka türlü anlatamıyorum kendimi. Mesela resim yapmıyorum. Yazı yazmıyorum. Kendimi anlatabileceğim, düşüncelerimi ortaya koyabileceğim ve işleyebildiğim tek madde çamur. Peki bunun yöntemi nedir, hepsi. Benim için iyi bir iş rengi, dokusu, üzerindeki bezemesi demek… Dekorasyon lafından nefret ediyorum. Ama üstüne koyduğunuz bezemelerin, bütün bunların deri kemik gibi birbirine erimesi lazım. Her rengin her formun bir titreşimi vardır. Bunların birbiriyle uyumlu olmasını istiyorum hep. Çanak yapıyorum ve çanak yapmak bana yetiyor. Daha çanaklarla işim bitmedi.”