Cevdet Erek’in Arter’deki galeri mekânına özel tasarladığı Bergama Stereotip başlıklı çalışması Büyük Bergama Sunağı’nın mirasına işaret ederek karşımıza çıkıyor. Erek’in sesleri de içine dâhil ettiği deneyimlenebilir mekân çalışması aynı zamanda izleyiciye güçlü bir tarih okuması da sunuyor…
Cevdet Erek’in Arter’deki galeri mekânına özel olarak tasarladığı sesli bir mimari yerleştirmeden oluşan Bergama Stereotip, izleyicilerini bekliyor. Sanatçının Almanya’nın Bochum şehrinde ilk kez 2019 yılında sergilediği, ardından Berlin’deki Hamburger Bahnhof Müzesi’nin tarihi binasında gösterilen Bergama Stereo başlıklı yapıtının devamı ve bir varyasyonu niteliğindeki bu yerleştirme, hareket noktası olarak aldığı Büyük Bergama Sunağı’nı serüvenini yeniden yorumluyor. Erek, beyaz mermer kullanılarak inşa edilmiş antik sunağın yapısını soyutlayarak hoparlörler ve kasalarını da içeren bir ahşap yapıya dönüştürüyor. Yapıtın İstanbul’da aldığı Bergama Stereotip ismi, bir önceki versiyonun başlığını devam ettirip aynı zamanda ondan farklılaşıyor. Bergama Stereotip, Bergama Stereo’da da olduğu gibi, sesi, mimariyi ve tarihselliği merkezine alıyor. Bergama Stereotip’te gezinen izleyicinin hareketleri sonucunda farklı kombinasyonlarla işitilen sesler, her tekrar eyleminin bir başkalaşmayı da içerdiğini, değişim ve yenilik imkânının tam da bu başkalaşmada yattığını hatırlatıyor. Bergama Stereotip, şimdinin geçmişe bakıp onu baştan ele aldığı, dinlenebilir, bakılabilir, üzerinde yürünebilir ve hatta ritimleriyle dans edilebilir bir yapıya dönüşüyor.
Çalışmasını kendisiyle konuştuğumuz Cevdet Erek, projenin çıkış noktasını şöyle anlatıyor: “Berlin’de bir projeye davet edildim. Berlin’deki Hamburger Bahnhof Çağdaş Sanat Müzesi ve bu müze grubunun altında burada bahsi geçen Büyük Bergama Sunağı’nı sergileyen devlet müzesi de var: Pergamon Museum. Benden mekân için bir proje veya eser önermemi istemişlerdi. Yeni ya da mevcut bir iş. Ben bir süre sonra, bu konuyla ilgili, onu devam ettiren, ona referans veren bir çalışma yapmak istediğimi söyledim. Nasıl bir perspektif getireceğimle ilgili hem kendim çalıştım hem de küratörlerle çalıştım.Süreç böyle gelişti.”
Sizi mimar olarak tanımlayabilir miyiz?
Benim temel eğitimim mimarlık. Ama bildiğimiz anlamda mimarlık hizmeti vermiyorum. Bu nedenle genelde kendime mimar demek konusunda biraz temkinli davranıyorum. Çünkü o ayrı ve yüce bir meslek. Davulculuk ya da sanatçılık yüce olmadığı için değil, şu anlamda: Mimari projeler, belli başına bir pratik, bir hizmet bir ofis… Diğer yandan, özellikle son 8-10 yıldaki yaptığım işlerde mimari taraf daha da ağır basmaya başladı. Hem fiziksel olarak hem de içerik itibariyle. Bazen de tam olarak mimarlık eğitimimden ya da o eğitimin sorgulamasından gelen donanımı kullanıyorum. Kentteki mimari üretim kesintisiz olarak devam ediyor. Kaliteli ya da kalitesiz ne dersen de. Bergama Stereotip de benim için mimari bir iştir. İster yerleştirme diyelim ister sesli mimari ya da müzede de sergilensin, bu mimari bir çalışma.
Müzik bu sürece nasıl dâhil oldu?
Mimarlık eğitimi alırken daima müzikle ve müzik gruplarıyla uğraşan, mimarlık eğitiminden sonra da ses tasarımı ve ses mühendisliği eğitimine yönelmiş biri olarak kendimce bu ikisiyle uğraşmaya çalıştım. Sonradan direkt olarak bir araya gelmeye başladılar. Benim için ayrılmaz bir durumdalar.
Bu çalışmanız bir video art da olabilir ya da bir resim… Sizin bu yöntemi tercih etme nedeniniz nedir?
Evet, bu fikirlerle bir video art da yapılabilirdi belki… Benim aşina olduğum şey doğrudan olarak mekânla ilgili. Görsel temsilden; fotoğraftan, resimden önce… Benim malzemelerim bunlar. Bir mekâna gelince boyutlarla, yüksekliklerle, nasıl kullanılacağıyla, neresinden dönüleceğiyle, seslerle ilgilenmek benim malzemem ve zevkim. Bu, aldığım eğitim aynı zamanda merak ve zevklerle ilgili. Kesinlikle bu alanlarla ve bu konularla ilgili belki sadece bir şiir kitabı bile yazılabilir ya da bir yürüme turu da yapılabilir. Fakat benim kendime seçtiğim alan hem sesleri ve mekân çalışmasını mecbur kılıyor.
Bu işinizde çok güçlü tarihi okumaları da var…
Mimarlık tarihçisi ya da sanat tarihçisi de değilim. Bu konularda da özel eğitim almadım. Ama tarih okumayı, tarihle ilgilenmeyi çok seviyorum. Bu projede, bundan önceki Venedik Bienali’ndeki projede ve bazı projelerimde odaklandığım dönemler var. Büyük bölümü bu topraklarla ilgili tarihler… Ama tarihin bazı bölümlerini okurken daha çok odaklanıp diğer bölümleri ise genelde göz ardı ediyoruz. Bazen çoğu insanın bir araya getirmeyeceği dönemleri bir araya getirmeyi ve aralarında bir ilişki kurmayı seviyorum. Bu projede öyle bir şey var. Çoğumuz için geride veya turistik alanda kalmış bir tarih var. Yapmaya çalıştığım işi bu kentle, bugünle, bugünün müzik kültürüyle ama aynı zamanda ilkellikle, Almanya ile dünya savaşları arasındaki dönemle vesaire ilişkilendirmek ya da bunların arasında bir ilişki kurmak… Aynı zamanda böyle etütler yapmak ve bunun bir bölümünü paylaşmak… Ama yine de kişinin deneyiminden daha sonra, birtakım motivasyonları yazmak ve paylaşmak şeklinde… Çünkü esere baktığın zaman broşürde yazan şeyleri görmek zorunda değilsin sadece.
Film müzikleri de yapıyorsunuz…
Evet, aslında tam olarak aynı şey. Sonunda ikisi de mekân için ses tasarımı. Mekânın görselliğiyle ve zamandaki karşılığıyla ilgili, anlar ve mekânlar için ses tasarlamak aslında. Abluka ve Sivas’ın ses ve müzik bandıyla uğraştım. Film müziği yapma nedenim, bunları yapabileceğimi düşünen yönetmenlerin veya yapımcıların bana gelmesi ve benim de yapabileceğimi düşünüp evet demem… Yoksa sürekli böyle bir hizmet vermiyorum, yapmam da mümkün değil. Ama o konuyla bu yaptığım birbirine çok uzak alanlar değil. Buradaki iş çağdaş sanat alanında sergileniyor. Galeri var, bir müze var… Orada da sinema diye bir format var. Ama benim alanım yine mekânlar ve zamanların sesleriyle uğraşmak ve bir tasarım ortaya koymak. Çok da farklı değil aslında.