EditördenKritikKültürManşetSöyleşi
Irk değil bir insanlık meselesi: Can Yeleği
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda bu sezon sahnelenmeye başlayan Can Yeleği göç ve mülteci meselesini tiyatro sahnesine taşıyor. Oyun bir annenin yaşadıklarını ırk değil bir insanlık meselesi üzerinden anlatıyor. Anlatımını tümüyle evrensel kodlar üzerinden yapan Can Yeleği, ağlatma ajitasyonuna girmeden izleyiciyi sadece düşünmeye odaklıyor.
KANAYAN FAKAT KABUK TUTMAYAN BİR YARA
Herkesin olduğu gibi Elçin Hanım’ında göç ve mülteci meselesi hakkında düşünceleri var; oyunculuğundan önce. Bunu soruyorum ilk olarak. O da göç ve mülteci meselesinin dünya tarihinde sürekli var olan bir durum olduğunu söyleyerek söze başlıyor. “Bir gün biz de aynı duruma düşebiliriz. Sadece empati oluşturmaya çalışıyoruz. Yönetmenim Nihat metni ilk getirdiğinde birlikte okuduk ve yazarımız Gönül Kıvılcım’ın yarattığı durumlardan, karakterin mücadelesinden ve metnin ilettiği evrensel mesajdan çok etkilendik. Bir şekilde bunu anlatmalıyız hissiyatı oluştu. Sonra Genel Sanat Yönetmenimiz Süha Uygur bize bu hikayeyi anlatma şansını verdi, kendisine sonsuz teşekkür ederiz. Bu sadece bizim değil tüm dünyanın kanayan fakat kabuk tutmayan bir yarası. Bunun bir anne üzerinden anlatılıyor olması çok daha ağır.” şeklinde konuşan Atamgüç, ilk kez tek kişilik bir oyunda yer alıyor. Bu zaten çok büyük bir sorumlulukken bir de konunun getirdiği başka bir sorumluluk var. Atamgüç bu süreçte yaşadıklarını ise şöyle dile getiriyor: “Gerçekten çok zor bir süreçti. Ben de anneyim ve bir anne üzerinden böyle bir acıyla empati kurmak çok ağır bir şey. Düşünsenize evinizi terk etmek zorunda bırakılıyorsunuz. Nereye gittiğinizi bilmeden, bir bilinmeze yürüyorsunuz. Ya kurtuluyor ya da ölüyorsunuz. Fakat kurtulsa bile yaşadığı travmalar peşini bırakmıyor. Dolayısıyla empati kurmakta gerçekten çok zorlandım. Bu hikâye duygusal olarak beni çok yıprattı. Öte yandan insanı yok etmeye kodlanmış bir sistemin içindeyiz. Bu nedenle yaşamı daha fazla anlamlandırmamız gerekiyor. Farkında olmak var, farkında olduğunu fark etmek var bir de farkında olduğunu fark edip farkında olarak yaşamak var. Gerçekten her şeyin farkındayım peki öyle yaşayabiliyor muyum? Bana bu oyun bu kavramları düşündürdü.”
AĞLATMADAN YA DA GÜLDÜRMEDEN SADECE DÜŞÜNDÜREREK
Az önce de söylediğim gibi oyunun başından sonuna kadar ısrarla ağlamıyor ya da ağlayamıyoruz. Belki anne ağlasa biz de ağlayacağız bilemiyorum. Ancak bütün bunlar oyunu çok başarılı ve öğretici kılıyor. Çünkü sadece düşünmeye odaklanıyoruz. Elçin Atamgüç de her şeyi çok çabuk tükettiğimizi ve iki şeye çok iyi hâkim olduğumuzu söylüyor: Ağlamak ya da gülmek. Oysaki hayat böyle değil, hayat bu kadar kısıtlı ve sınırlı değil. Atamgüç’e göre oyunculuk bir duyguyu değil durumu anlatmak, seyirciye yansıyan şey ise kendisinden bağımsız gerçekleşiyor. Aslında buradaki sorumluluk yönetmen için de geçerli. Sonuçta bu metni sahneleyen o. Nihat Alptekin de benden farklı düşünmüyor: “Esas bu sorumluluk bende. Sanatın temel işlevi haz almak ya da vermek değil bir farkındalık yaratmak üzerinedir. Bizim seyircimiz melodramatik anlatıma alışık. Biz şu an bu kadar güncel ve büyük bir sorunu basit iki şey üzerinden kuramayız. Çünkü bu dünyayı ilgilendiren politik ve sosyolojik bir durum. Buradan ortaya çıkacak tek şey düşünce olmalı. Tiyatro televizyon kadar basit bir şey olamaz. Biz bütün bunları seyirciye fark ettirdik ve sorgulattıysak tiyatro gerçek işlevini yerine getirmiştir. Bu işlev de düşündürmenin kendisidir.”
SENİN DİKENLİ TELİN NE?
Öte yandan oyun göç ve mülteci meselesini tamamen evrensel kodlar üzerinden anlatıyor, herhangi bir aidiyete girmeden. Ben izlerken o anneyi Suriyeli biri olarak konumlandırıyorum. Dünyanın öteki ucundaki biri de başka birini referans alabilir bu oyunu izlerken. Ayrıca oyun hiçbir dini unsur da barındırmıyor. Yani anne dua ederken dahi birçok farklı şekilde dua ediyor. Burada yönetmene de büyük bir iş düşüyor. Annenin koşması, bir hareketi, işareti, ağlama şekli ya da bir bakışı dahi herhangi bir dini unsur barındırabilecekken yönetmen bütün bunların önüne geçer bir teknikle sahnelemesini gerçekleştiriyor. “Bu ilk olarak metinden başlıyor. Metin hiçbir dile ait değil ve adı yok. Yalnızca temel sosyolojik kodları var. Dünyanın her yerinde bu sosyolojik kodlar var. Bunlar bütün dinler, dinler ve kültürler için geçerli. Bu bir ırk dramı değil bu bir insanlık dramı. Önemli olan nokta da metnin başarılı bir şekilde sahnelenmesi. Oyunda bir mekân ve dikenli teller var ama insanlar bunu dahi kendine göre yorumlayabilir. Mekân sesleri dahi gerçek değil tamamen mekanik. Müzikte de kesinlikle etnik ya da otantik bir özellik yok. Herkesin duyabileceği ve anlayabileceği müzikler. Tamamen efektif bir şey. Sadece finalde melodik bir müzik duyuyoruz. Çünkü ölümün ve acının dili yok. Ölümün melodisi aynı. Bu evrenselliği yakalamak istedik.” şeklinde konuşan Alptekin seyircinin kendi hayatını referans alarak bu oyunu izleyebildiğini söylüyor ve bu oyunla seyirciye de şunu soruyor: “Senin dikenli telin ne?”
Can Yeleği’ni metin, yönetim, sahne tasarımı ve performans olarak çok beğendiğimi dile getirmek istiyorum. İzlemek isteyenler için oyun uzunca bir süre daha gösterimde olacak. Programa Şehir Tiyatroları’nın internet sitesinden ulaşabilirsiniz.
*Haber/Söyleşi, Star Gazetesi Hafta Sonu Ekleri’nin 18 Kasım 2018 tarihli sayısında yayımlandı.
YAZAN: GÖNÜL KIVILCIM
YÖNETEN: NİHAT ALPTEKİN
DRAMATURG: DİLEK TEKİNTAŞ
SAHNE-KOSTÜM TASARIMI: AYSEL DOĞAN
MÜZİK: BARIŞ MANİSA
IŞIK TASARIMI: MUSTAFA TÜRKOĞLU
EFEKT TASARIMI: METİN KÜÇÜKYILMAZ
VİDEO TASARIM: MUSTAFA KÜÇÜCÜK
YÖNETMEN YARDIMCILARI: ALİ MURAT ALTUNMEŞE, FATMA İNAN, SELEN NUR SARIYAR
SÜRE: 65 Dakika / Tek Perde
OYUNCU: ELÇİN ATAMGÜÇ