Çok değil birkaç yıl sonra çekecekleri filmlerle dünya sinema sektöründe adından söz ettirecek olan 3 Türk’ten bahsedeceğim size. Onlar kim mi; Demet, Mert ve Gökhan. Dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan bu 3 genç yönetmen yaptıkları kısa filmlerle çoktan kendilerini kanıtlamışlar bile. Onları ‘şimdiden’ tanıyalım…
Benim için bir festivale gittiğimde kısa filmleri izlemek her zaman daha heyecan verici olmuştur. Daha kısa sürede daha fazla hikâyeye tanıklık etmek istediğimden midir yoksa kısa film alanında bir şeyler üretmeye çalışan biri olduğumdan mıdır bilmiyorum. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen 26. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde de öyle oldu. Farklı seans ve günlerde, uluslararası seçkide yarışan 20 kısa filmin tamamını izledim. Bir ikisi dışında hepsi birbirinden başarılı filmlerdi. Bu noktada festivalin kısa filmler koordinatörü Bora Davutluoğlu’nu da tebrik etmek gerekir. haberimde size o seçkide yer alan 3 kısa film ve yönetmenlerinden bahsedeceğim. Bu kısalar yabancı dilde ve farklı ülkelerde çekilmiş, prodüksiyon imkanlarının ne kadar gelişmiş olduğu her halinden belli olan filmlerdi. Ayrıca filmlerin sonunda uzun uzadıya akan jenerikleri de yine filmlerdeki emeği kanıtlar nitelikteydi. Ne kadar heyecan ve gurur vericidir ki bu 3 kısa filmin yönetmeni de Türk. Lunchbox filminin yönetmeni Demet Derelioğlu, Crossfire filminin yönetmeni Mert Berdilek ve Lupus filminin yönetmeni Gökhan İpekkan’dan bahsediyorum. Kendileriyle Adana’da bir araya geldik hem hayatlarını hem de sinemaya bakışlarını konuştuk. Bu haberle hem onları size tanıtmak hem de uluslararası alandaki genç Türk yönetmenlerin dünya sinema sektöründeki görünürlüğünün ve uzun vadede gümbür gümbür geldiklerinin haberini vermek istiyorum. Demet uzunca bir süre Çekya’da yaşadıktan sonra şimdilerde İsviçre’de hayatını sürdürüyor. Mert doğma büyüme Avustralyalı. Gökhan ise eğitim için gittiği Polonya’da yaşıyor 4 yıldır. Şimdi gelin bu onları biraz daha yakından tanıyalım…
LODZ FİLM OKULU’NDA BİR TÜRK: GÖKHAN İPEKKAN
Yaşamının büyük bir bölümünü Ankara’da geçiren Gökhan 4 yıldır Polonya’da yaşıyor. Matematiğe ve bilgisayar oyunlarına ilgisinden dolayı Bilkent Bilgisayar Mühendisliği bölümüne girmiş ancak hiçbir zaman öncelikli ilgi alanı bu olmamış. Hep bir arayış içerisinde geçen eğitim hayatında fotoğraf da bir nebze de olsa kendini bulmuş. Üniversiteyi bitirdikten sonra katıldığı bir kısa film atölyesi sayesinde de ilk kısa filmimi çekmiş. Bu sürecin kendisine yaşattığı heyecan ve en önemlisi yeni bir şeyler öğrenme açlığından ve her yönüyle kendisini doyurabilecek malzemeye sahip olmasından ötürü bu işi yapmak istediğine karar vermiş. Daha sonra bu alana gerçekten girip girmeme konusunda kendisini test etmek amacıyla bu işi en iyi öğreten okulları araştırmaya başlamış ve onların yetenek sınavlarına girip kendimi test etmek istemiş. Ve onu içlerinde en heyecanlandıran Lodz Film Okulu olmuş. “O zaman sahip olduğum tamamen romantik bir bakış açısıyla, soğuk Polonya’nın kimsenin adını duymadığı bir şehrinde, Kieślowski, Polanski, Andrzej Wajda, Zanussi’lerin okuduğu okulda okuma düşüncesi beni en azından sınavlarına girip deneme konusunda motive etti.” diyen Gökhan başta yönetmenlik üstüne eğitim almayı düşünürken, okulun geçmişindeki tüm başarılı isimlerin yönetmenlik eğitimi içinde sinematografi eğitimi de almış olmasından dolayı sinematografi yüksek lisans bölümüne başvurmaya karar vermiş. Her şey iki ay içerisinde sonuca ulamış ve kendini soğuk diyarların gri kenti olarak adlandırdığı Lodz’ta yaşarken bulmuş. Burada hala sinematografi master eğitimine devam eden Gökhan, kendi sınırlarını zorlamak, onu korkutan aynı zamanda heyecanlandıran şeyler denemek istiyormuş. Eğer her şey istediği gibi giderse eğitiminin hemen sonrasında bir uzun metrajlı film yapmak istiyor.
POLONYA’DA GENÇ SİNEMACILAR DESTEKLENİYOR
Gökhan Polonya’daki eğitim sürecini ise şöyle anlatıyor: “Polonya’da sinema okulunda okumak, kısa film yapmak fazlaca önem verilen bir şey. Okullara sağlanan fonlardan kaynaklı, bir sürü kısa film üretiliyor. Okulun mezunlarının yarattığı etkiden de ötürü genç sinemacılara hem saygı duyuluyor hem de büyük sorumluluklar veriliyor. Okuduğum okulun hala geleneksel bir eğitim yapısı olmasından (buna derslerin halen Lehçe olması da dâhil) dolayı ilk iki yıl filmlerimizi 35mm renkli ve siyah beyaz filmle çektik. Bu otantiklik ve romantiklikten öte, yarattığı kısıtlamalarla, geleneksel yöntemlerle ışığa ve kamerayla baş etmeyi ve kavramayı sağlıyor. Çekilen her bir saniyenin hesabını yapmaya zorlanıyorsun. Bu öğretileri de dijitale taşıdığında bir takım şeyler çok daha kolay, ezber ötesinde içselleştirilmiş oluyor. Bu yöntem günümüzde epey maliyetli olduğundan dolayı çoğu okul bunu artık kullanmıyor. Lodz Film Okulu ise halen bunu eğitimin önemli bir parçası olarak görüyor.”
TÜRKİYE’DE FİLM ÇEKMEK İSTİYORUM
Türkiye’deki kısa film sektörüne pek hâkim olmadığını ancak fazla önem verilmediğinin farkında olduğunu söyleyen Gökhan, meselenin genel sinema anlayışı üzerinden konuşulması gerektiğini belirtiyor. Gökhan Polonya’daki farkın insanların ve yöneticilerinin sinemaya bakışı olduğunu ifade ediyor: “Polonya ve birçok Avrupa ülkesinde sinema sadece bir sanat uğraşı olarak başlamamış. Siyasi olarak kültürel bir kimlik oluşturup bunu empoze etmek ve güç kazanmak olarak da kullanılmış. Bu yüzden bu alanı gerçekten profesyonelleştirmek istemişler, sistematik bir şekilde insanları eğitmişler ve hala da devam ediyorlar.” Gelecek zaman içinde Türkiye’ye dönmeyi istediğini söyleyen Gökhan bir yandan da Polonya’da uzun sure yaşamanın ve buradaki sektöre hâkim olmanın da, Türkiye’ye dönmeyi zorlaştıracağını belirtiyor. Öte yandan üzerinde çalıştığı belgesel projesini Türkiye’de çekmek istediğini söyleyen Gökhan Türk bir yapımcı da bulursa bir kısa filmini de Türkiye’de çekecek: “Türkçe ve Türkiye’de filmler yapmak çok istiyorum. Sonuçta beslendiğim, derdimin olduğu her şey Türkiye’den. Ama gayem bunu evrensel bir dille aktarmak.”
MERT BERDİLEK UZUN METRAJLARINI YAPMAK İÇİN TÜRKİYE’YE GELECEK
Mert ise Avustralya’nın Melbourne kentinde doğmuş ve hala orada yaşıyor. Çocukluğundan beri sık sık Türkiye’yi ziyaret eden Mert sinemaya nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “Sanırım 9 ya da 10 yaşındaydım ve 2001: A Space Odyssey filmini izlemiştim. Çok fazla bir şey anlamamıştım. Ama sinemanın sadece eğlence olmadığına ve sosyal bir belge niteliği taşıdığına şahit olmuştum. Bu film bana anladığımdan daha fazlasını söylüyor ya da gösteriyordu, sinema ile olan ilişkimi tamamen değiştirdi.” Akranları dışarda oynarken kendisinin çok fazla film izlediğini söyleyen Mert, özleminin daima sinema sanatına girmek ve bu alana katkıda bulunmak olduğunu belirtiyor. Andrei Tarkovsky, Ingmar Bergman, Jean-Pierre Melville gibi usta yönetmenlerine kendisine ilham verdiğini ifade eden Mert, “yazarken ya da yönetirken, özellikle görsel olarak, kesinlikle gördüğünüz filmlerden ve filmlerden etkileneceksiniz. Bilinçli ve bilinçli bir şekilde bilinçli ve bilinçli olarak benden önce gelen sinemada ilham alıyorum. İçinde belirli bir duygu uyandırdığında, bu duyguyu kovalıyorsun.” diyor.
KISA FİLM YAPMAK DAHA ZORLAYICI
“Tüm sanat süreci tamamen yaratıcı bir özgürlüktür.” diyen Mert cesur sinemacıların herhangi bir ön koşul olmadan desteklenmeleri gerektiğine inanıyor. Mert’in en büyük hedeflerinden biriyse uzun metrajlı filmler yapmak. Öyle çok uzun yıllardır uzun metraj film senaryoları yazıyor: “Hayatım boyunca her zaman uzun metrajlı filmlere daha yatkın oldum. Aklım da bu yönde eğilimdeydi. Bu yüzden benim için kısa filmler daha zorlayıcı bir alan. Ama tabii ki kendinize ve akranlarınıza sahip olduğunuz yeteneği kanıtlamak için, doğal olarak kısa filmlerle başlamanız gerekir.” Mert The Fall adlı yeni kısa filminde ise Suriyeli bir annenin savaşın ortasındaki durumunu anlatıyor. Bu filmi için Abbas Kiarostami’nin “Kirazın Tadı” ve Ingmar Bergman’ın “Autumn Sonata” filmlerinden ilham almış. Film şimdiden dünyanın en iyi festivallerine seçilmiş bile. Mert bu filminin de Türkiye’de izleyiciyle buluşmasını çok istiyor. Kısa filmlerinin ardından şu an odaklandığı tek şeyin uzun metrajlı filmleri olduğunu söyleyen Mert, ilk uzun metrajlı filmini ise Türkiye’de çekecek: “Eğer yeterli destekler bulabilirsem filmlerimi yapmak için her şeyi bırakıp Türkiye’ye geri döneceğim. Şu anda devam eden birkaç uzun metrajlı filmim var. Bunlardan 3’ü Türkiye’de çekilecek. Bu yüzden önümüzdeki 24 ay içinde bu filmleri çekebilmek için bir Türk yapımcı ve distribütör bulmayı planlıyorum.”
DEMET DERELİOĞLU ÇOCUKLUK HAYALİNİN PEŞİNDEN ÇEKYA’YA GİTTİ
1985 İzmir doğumlu olan Demet Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi Turizm İşletmeciliği bölümünden mezun olduktan sonra iş için İstanbul’a taşınmış ve işletme yüksek lisans eğitimini de bu süreçte tamamlamış. Demet 10 yıl boyunca çeşitli uluslararası firmalarda çalıştıktan sonra çocukluk hayalinin peşinden gitmeye karar vermiş ve 2017 yılında Prag’a taşınarak Prag Film Okulu’nda sinema eğitimi almış. Çekya’da iki farklı kısa film çeken Demet uluslararası filmlerin setlerinde de çalışarak tecrübe edinmiş. Son birkaç aydır ise İsviçre’de yaşayan Demet toplamda 3 yıldır yurtdışında hayatını sürdürüyor. Demet’in sinema ile nasıl tanıştığını ise kendisinden dinleyelim: “Kendimi bildiğim yaşlardan itibaren iyi bir film izleyicisiydim. Dünya sinemasından filmler izlemek, farklı kültürleri sinema yoluyla tanımak benim için hep heyecan verici olmuştur. Film festivallerini hep takip eder, beğendiğim filmlerin kamera arkası görüntülerini izler, röportajlarını okurdum. Bir filmin çekim ve yapım sürecini gittikçe daha çok merak etmeye başladım, o sırada yaptığım iş de bunu biraz besledi. Kurumsal iletişim alanında çalıştığım için pozisyonum gereği, bağlı olduğum şirketin reklam çekimlerinde de bulunmam gerekiyordu, bu durumu iyi bir fırsat olarak değerlendirip, kullanılan kameraları, teknikleri, profesyonel set ortamını gözlemliyordum. Bir yandan da hafta sonları çeşitli film atölyeleri ve senaryo kurslarına katılıp, kısa denemeler çekiyordum. Bu tecrübelerin hepsinin farklı katkıları olsa da artık daha ciddi bir eğitim almam gerektiğini düşündüm ve Prag Film Okulu’na bu şekilde başvurdum.”
KISA FİLM BİR SEKTÖR OLARAK KABUL EDİLİYOR
Özellikle İsviçre’de kısa filmin sinema sektöründeki payının oldukça önemli olduğunu belirten Demet, orada kısa filmin Türkiye ve birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi uzun metraj öncesi alıştırma olarak görülmediğini, ayrı bir alan olarak kabul edildiğini söylüyor: “Bu sebeple ödenekler ve fon destekleri yüksek oranlarda veriliyor. Hatta normalden daha düşük bir bütçeyle kısa metraj teşvik başvurusunda bulunursanız, başvuru reddedilebiliyor, kısa metraj da olsa yapılacak işin profesyonel olması isteniyor. Ayrıca tür ayırt etmeksizin belgesel, kurmaca, deneysel ve animasyon ayrı ayrı olmak üzere, kısa metrajın her alanına özel teşvikler mevcut.”
SİNEMA SEKTÖRÜMÜZ İÇİN UMUT VERİCİ
Türkiye’nin ve Avrupa’nın kısa film dinamikleri birbirinden farklı olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bu sebeple doğru bir kıyaslama yapamam ancak Türkiye’deki tecrübelerime göre şunu söyleyebilirim ki, gelişmiş bir televizyon ve sinema endüstrisine sahip olduğumuz için kalifiye, alanında uzman teknik ekibe erişim benim için zor olmadı. Yurtdışındaki en yeni teknolojileri, en temiz ekipmanları burada da bulabilmek mümkün. Stüdyolar, ekipman firmaları kısa filmcilere ılımlı yaklaşıyor ve en azından bireysel destek sağlıyor. Eskiden sadece devlet desteği varken şimdi festivaller de work-in progress veya pitching kategorileriyle kısa filmcilere destek oluyor. Bu destekler tamamen yeterli olmasa da gelecek için umut verici.”
ELBETTE DÖNMEYİ PLANLIYORUM
Şu an bulunduğu ülkede sinemayla ilgili farklı perspektifleri görüp, öğrendiğini dile getiren genç yönetmen Avrupalı yapımcılarla çalışmanın güzel bir deneyim olduğunu ancak temelli olarak buraya yerleşmeyi düşünmediğini ifade ediyor: “Türkiye benim vatanım, uzun vadede elbette dönmeyi planlıyorum. Geçtiğimiz Nisan ayında Türkiye’de ‘Önceki Gece’ isimli bir kısa film çektik, görüntü ekibinin bir kısmı Prag’da beraber çalıştığım ekip arkadaşlarımdı. Hepimiz için keyifli bir tecrübe oldu, Türkiye’de daha çok proje yapmayı hedefliyoruz.