İl Göç İdaresi binasına yerleştirilen ‘Göç’ enstalasyonunun tasarımcısı Melek Zeynep Bulut: “Evet fiziksel bir göçümüz var ancak göç aynı zamanda duyusal, ruhsal olarak da kendini gerçekleştiriyor. ‘Yeni insan’ dediğimiz bir kavrama doğru ilerliyoruz. Ruhun da bir deformasyonu, benlikten başka bir benliğe göçü var. İnsan dönüşüyor. Ve bu içten yapılan göçle birlikte dünya dönüşüyor.
Şimdi sizi biriyle tanıştırmak istiyorum. Melek Zeynep Bulut, genç bir sanatçı. Onunla tanışma sürecim İl Göç İdaresi binasının girişine yapılmış göç enstalasyonunu görmemle başladı. Belki fark etmişsinizdir; Vatan Caddesi üzerinde bulunan binaya girmeden önce göç eden bir kuş sürüsü karşılıyor sizi. Bunu kimin yaptığını araştırdığımda karşıma Melek Zeynep çıktı. Kendisiyle hemen iletişim kurdum ve bir araya geldik. Hem bu çalışması hem de sanat hakkında uzun uzun konuştuk. Lisans ve yüksek lisans eğitimini mimarlık üzerine tamamlayan Bulut, üniversiteden sonra çağdaş sanata yönelmiş. Yaklaşık sekiz yıldır bu alanda çalışan Bulut daha öncesinde restorasyon, iç mekan ve kentsel tasarım işleriyle uğraşmış. Daha sonra bütün bunların hepsini sanatla birleştirmeye karar vermiş ve kentte tarihi yapıların belirtilmesi için objeler tasarlamış. Son beş yıldır kendi stüdyosunda işler üreten genç sanatçı, son olarak göç idaresindeki göç enstalasyonunu yapmış.
ÇALIŞMA ALANIM ÖTEKİLER
Aynı zamanda resim ve heykel de yapan Bulut, sanat çalışmalarını şöyle özetliyor: “Türkiye’de özellikle yapmak istediğim ötekiler için mimarlık ve sanat. Biz bu alanları hep elit ve üst düzey görüyoruz. Ama aslında sanatın ve tasarımın çözmesi, yardım etmesi gereken bir öteki kesim var. Örneğin mülteciler, sokakta yatan çocuklar, evi olmayan insanlar… Bu nedenle sanatı ve tasarımı bu kesimin dili yapıp, bedenleştirmeye çalışıyorum. Yani fiziksel olarak bir nesneye, bir mekâna dökmeye çalışıyorum. En başından beri bu tarz sosyolojik konulara kafa yordum. Dünyanın başka bir tarafı var bununla ilgili oturup konuşmamız lazım. Benim ruhumun karşılığı bu. Yapı ve fıtrat olarak kendini analiz eden biriyim. Bir taşa sadece taş gibi bakamam arkasında bir sürü şey ararım. Böyle yaratıldım. Bunu da yaptığım şeye döküyorum. Olayım bu.”
Şu an, gelecek aylarda Londra’da hayata geçireceği insanlar hakları, göç ve demokrasi hakkında bir projeye hazırlanan Bulut, kendini de yaptığı çalışmalara dâhil ettiğini şu sözlerle dile getiriyor: “Ben kendimi de yaptığım işin bir parçası olarak kurguluyorum. İnsan kendini yaptığı şeyden bağımsız kılamaz. Ve siz kendi yüzünüzü, ellerinizi, bedeninizi okuduğunuz zaman; yaşamınızın ve geçmişinizin ve gelecekte ne yapacağınızın, zaman kavramınızın karşılığıdır. Ben bu kadar ruhsal da bir iş yapıyorum. Ruh, madde ve dünyayı algılayış biçimim arasında gidip geliyorum. Dolayısıyla ben bundan bağımsızım diyemem. Ben de bu performansın bir parçasıyım. Hatta bir performansım diyebilirim.”
KUŞ ASLINDA YUVAYI TEMSİL EDİYOR
İl Göç İdaresi Müdürlüğü’ndeki çalışmanın süreci başladı?
Araştırma sürecimde binayı gezdim ve bana çok ilginç geldi. Girişinde 30 metre devam eden bir boşluk var. Ve sadece yürüyorsunuz. Açık bir hafıza gibi. Buraya farklı memleketlerden göç eden insanlar geliyor ve kimlikleri yok. Eğer buradan kimlik alamazlarsa hayatlarına normal bir şekilde devam edemiyorlar. Şehrin tam ortasında çok ilginç bir hamlığın olduğu bir yer. Yetkililere ‘Göçle ilgili bir çalışma yapalım mı?’ dedim. Onlar da ‘çalışın’ dediler. Çalışmaya başladık ve ne olur diye düşünürken kuş metaforunda karar kıldık. Kuş zaten benim çok uzun zamandır resimde, heykelde ve animasyonda da ilgilendiğim, çalıştığım bir kavramdı. Ve parçalar kendini burada birleştirdi. Umut, yeniden başlamak, sıfır noktası ve yuva; kuş aynı zamanda bunları da temsil ediyordu. Kuşlar gidişiyle anılıyor fakat ilginç bir şekilde doğada en iyi yuva yapan canlı da kuş. Yuva, karşılama ve hem umut bu kurguda birleşti. Dondurulmuş bir göç anı. Binaya geçen, binayla birleşen ve göç eden insanların duygu durumunu temsil eden yüzlerce kuş. Kuşlar her kültürden her inanıştan göç etmiş insanla birlikte binaya giriyor ve saçılıyor. Aynı duyguda birleşiyor ve bir sese dönüşüyorlar. Hepsini aylarca atölyede ellerimizle
tek tek ürettik.
Peki, göç derken sadece fiziksel olandan mı bahsediyoruz?
Aslında benim göçten kastım tamamen fiziksel bir göç değil. Elbette fiziksel bir göçümüz var ama beraberinde dünyanın gittiği, benden bene gerçekleşen bir iç göç de var. Artık beden mimarlığına doğru evriliyoruz, evrilmeliyiz. İnsan bireyselleşiyor, anlam arayışına gidiyor. Bu dönüşümü kendisi yapmasa da yaşadığı zaman buna itiyor. Bu ikili dünyayı (soyut ve somut) nasıl insanlığa sunarız biz tasarımcılar olarak oturup bunu irdelemeliyiz. Çünkü belli bir zaman aralığından sonra bambaşka şeyler konuşuyor olacağız. Bu da mimarlığın, sanatın göçü. Kısacası binlerce versiyonu olan bir göçten söz ediyorum.
KÂĞIT TOPLAYICILARI HAKKINDA ÇALIŞIYORUM
Göç konusu dışında üzerinde çalışmayı düşündüğünüz başka konular var mı?
Tırnak içerisinde belirtiyorum; ötekiler. Göç konusunu çalışmaya devam ediyorum, göç eden çocuklar ya da kadınlarla ilgili. Mimarlığın göç eden insanlara ne getireceği, katabileceği hakkında çalışmalar yapıyorum. Bunlarla ilgili onlarca hayata geçmeyi bekleyen çalışmam var. Bunun dışında kâğıt toplayıcıları hakkında çalışıyorum. Bir süredir onlarla bir araya geliyorum ve röportajlar gerçekleştiriyorum. Videolar çekiyorum ve onları analiz etmeye çalışıyorum. Bir diğer çalışma alanım ise ibadet mekânları…
Göç veya başka sosyal konuların sanata malzeme olması hakkında ne düşünüyorsunuz? Üreticilerinin bu noktada samimiyeti sizce nedir?
Sanatçılar açlık, göç, çocuk tacizler, kadın hakları gibi konuları çalışmalarında konu alıyorlar fakat çalışmanın öznesine katkısı olmuyor. Sanatçı çalışmasında kendi içindeki kurumu atıyor. ‘Söyledim ve rahatladım’ gibi bir şey bu. Söz konusu acı çeken insana da bir katkısı var mı, tartışılır. Bir konu var ve bu konu hakkında konuşuluyor. Biri diğerine alıp veriyor. Böyle bir sistem. Bütün bunlar sanatçı ile alıcısı arasında gerçekleşiyor. Bir şey söyleme veya anlatma derdi çok arka planda kalıyor. Sanatın da bir şey yapması veya dokunması lazım. Acıyı, açlığı, ölümü konu alan sanat bu kadar elit bir şey mi gerçekten? Sanatın hepimizin acısını çok rahat ifade edebileceği ve bunda farkındalık yaratabilecek bir gücü var. Herkesin çalışma biçimi farklı tabi. Ben sokaktayım.
MEKÂN ALGIMIZ ANNE KARNINDA BAŞLAR
Mekân kendisi herkesten ve her şeyden bağımsız olarak bir mekân var mıdır? Yoksa insanlar mı ona bir anlam atfeder?
Bence her ikisi de. Mekân dediğimiz şey çok önemli. Çünkü mekân anne karnında başlıyor. İlk mekân anne rahmidir. Çilehaneler mesela bir anne rahmi soyutlamasıdır. Islak, nemli, fiziksel sınırları zorlayan ve orada sabrı öğrendiğiniz doğuma hazırlandığınız mekanlar. Yeniden doğuşu da temsil eder. Sonra bütün girdiğiniz çıktığınız mekânlar sizin psikolojinizi, güven duygunuzu, kaygılarınızı, yaşama karşı davranış biçiminizi belirliyor. Bu nedenle mekâna doğru davranmalı ve kendimizi yansıtmalıyız. Ve bütün bunlarla beraber mekânın da bize tesir etmesine izin vermeliyiz. Biz de mekânla ilgili şu anlaşılıyor; bir kutunun içerisine giriyorum, oraya bir takım ihtiyacımı görecek eşyalar koyuyorum ve bu bir mekândır. Ama böyle bir şey yok. Mekân aynı zamanda ayak bastığınız bir toprak da olabilir. Karşınızda oturan biri de olabilir. Bu, o an kendinizi bir yerde hissetmekle ilgili. Mekân bence bir iç güdü.
Mekâna verilen değer bağlamında İstanbul’un kimliğini nasıl değerlendirirsiniz?
İstanbul çok özel bir şehir. Bir yere sahip çıkma ihtiyacı hissediyorsanız önce oraya ait hissetmeniz lazım. Yani ‘ben buralıyım’ demelisiniz. Böyle demek için de orayı tanımanız lazım. Sevdiğimiz birinin bütün yüz hatlarını ezbere bildiğimiz gibi… Şehirde kimlik bir yerde yaşayan insanların oraya aidiyet duymasıyla oluşur. İstanbul’da deforme olmuş ama aynı zamanda çok iyi korunarak sahip çıkılmış noktalar da var. Örneğin Kapalıçarşı bir mekân olarak kesinlikle yaşıyor. Dünyanın hiçbir yerinde hem bu kadar işlek, hala hayata devam eden hem de bu kadar tarihi bir çarşı yok. Tarihi yapı anlamında bir öteki aşamaya geçmeliyiz ve bunları çok daha iyi değerlendirmeliyiz. Âtıl durumda olan çok fazla tarihi yapı var ama iyi bir tasarım kurgusuyla muhteşem şeylere de dönüşebilir. Çünkü İstanbul bunca yıllık tarihin içerisinde müthiş bir çağdaş hammadde olma niteliği de taşıyor. Ben yeni bir sanat anlayışının bu topraklardan çıkacağına inanıyorum. Çünkü ruh burada. Göçle birlikte acının toplanma noktası oldu ve biz teknik değil duyusal insanlarız. İyi kurgularda buluşursak şahane şeyler olabilir.