Orçun Behram’ın Bina adlı uzun metrajlı filmi, hem korkutan hem de düşündüren bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Bir bina içerisinde; kitle iletişim araçları ve medyanın otoriter güçlerle kurduğu ilişki üzerinden kurgulanan film, Türk sineması içinde farklı bir örnek olarak yerini alıyor.
Orçun Behram’ın ilk uzun metrajlı filmi Bina’yı geçtiğimiz yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izlemiştim. Bilim kurgu ve deneysel özellikler taşıyan aynı zamanda korku ögeleri barındıran bu film, belki içerik ve teknik olarak bazı eleştirileri hak etse de, böyle bir filmin cesaret edilmesine ve düşünülmesine çok sevinmiştim. Bir binaya kurulacak olan yeni bir anten üzerinden kurgulanan film, bina görevlisi Mehmet’in hem düşündüren hem de ürpertici yaşadıklarına odaklanıyor. Dünya prömiyerini Toronto Film Festivalinde yapan film, bunun ardından BFI London, Sitges, Torino dâhil birçok festival de gösterildi. Fransa’da Utopiales Film Festivali’nden mansiyon ödülü aldı. Türkiye’de ise ilk defa geçen yıl Antalya Altın Portakal film festivalinde gösterildi. Film geçtiğimiz günlerde ise İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde yarıştı. Onat Kutlar Anısına Jüri Özel Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, En İyi Özgün Müzik Ödülü, Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödüllerini aldı. Biz de Orçun Behram ile bir araya geldik ve Bina’sını konuştuk…
‘SİNEMAYLA KORKU FİLMLERİ ARACILIĞIYLA TANIŞTIM’
Öncesinde genç yönetmeni biraz daha yakından tanıyalım: “Bizim kuşak mensubu birçok kişi gibi benim de çocukluğum bilgisayar oyunları ve sokaklar arasında bir dengede geçti. 17 yaşında eğitim sebebiyle yurt dışına yerleştim ve 10 sene kadar yurt dışında yaşadım. Son 3-4 senemi Meksika, Orta Amerika, Tayland gibi tropik yerlerde geçirdim. Bu süreç elimden geldiğince seyahat ettiğim, dünyayı keşfetmeye çalıştığım bir dönemdi. Yaklaşık 6 sene önce Türkiye’ye döndüm, sinemanın yanı sıra yabancı basında fotoğrafçı ve tercüman olarak çalıştım.” Genç yönetmen sinemanın hayatının neresinde olduğunu ve nasıl dâhil olduğunu ise şöyle anlatıyor: “Sinema ile çok küçük yaşlarda korku filmleri aracılığıyla tanıştım. Kuzenlerim ve ablamla oluşturduğumuz küçük komite ile ulaşabildiğimiz bütün korku filmlerini tüketiyorduk. Ortaokul yıllarında amatör korku filmleri çekmeye başladım. Sonrasında, 2002’de çektiğim, Ejakülasyon adında deneysel bir kısa filmle İFSAK ve Ankara Kısa Film Festivali’ne katıldım. Buradan aldığım heyecanla lise yıllarım kısa filmlerle geçti ve sonuç olarak sinema eğitimine çok erkenden yönelmiş oldum.”
ANTEN TARAFINDAN ELE GEÇİRİLEN BİR BİNA
Yeniden Bina’ya gelecek olduğumuzda, yönetmeni şöyle özetliyor Bina’yı: “Bir anten tarafından yavaşça ele geçirilen bir binanın farklı korku öğeleriyle apartman sakinlerine yaşattığı karanlık öykülerden oluşan bir film.” Peki, Bina yönetmenini ne kadar yansıtıyor Bu filmi yönetmeni üzerinden nasıl okuyabiliriz? Behram bu sorularıma şöyle yanıt veriyor: “Sanıyorum film üzerinden benim hayatı algılayışım, üzerine düşünmekten keyif aldığım çeşitli konular göreceli olarak okunabilir. Fakat bundan daha öte bir çıkarım yapmak oldukça güç geliyor. Benim yazım sürecimde kendi tecrübelerim bir çıkış noktası olsa da sona ulaştığında tanınmayacak kadar değişime uğradığı düşüncesindeyim.” Genç yönetmen Bina’nın çıkış noktasını ise şöyle anlatıyor: “Bina’nın çıkış noktası aslında benim FAMU’da çektiğim bitirme projem olan ‘Column’ (2006) adlı kısa filme dayanıyor. ‘Column’ kendi ölüm haberinin üzerinde, alternatif bir gerçeklikte uyanan bir kadının hikâyesini anlatıyordu. Gazete haberi, kadının gerçekliğinden daha etken bir güç haline geliyor ve bir anlamda onun varlığına hükmediyordu. Bina’nın da en başta böyle bir imge ve gerçeklik ilişkisinden doğduğunu söyleyebilirim.
OTORİTER YAPILAR İLE MEDYA ARASINDAKİ İLİŞKİ SORGULANIYOR
Peki, medya içerikleri ve ürünlerine yönelik bir eleştiri filmi olarak da nitelendirebilir miyiz Bina’yı? Bu sorumu ise şöyle yanıtlıyor Behram: “Öykünün eleştirel yaklaşımını iki başlığa ayırmak doğru olur. Bunlardan ilki ve daha somut olanı, otoriter yapılar ve medya arasındaki ilişki. Kitle iletişim araçlarının sınırsızca içerik üretebildiği dünyamız, medyayı da güçler ayrılığının da en önemli etkenlerinden biri haline getirdi. Dünyanın birçok yerinde gerek devletler, gerek şirketler bu gücü manipülatif olarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta ve idealize edilen demokratik yapıları tehdit altında bırakmakta. Ben de bu durumun günümüzde kontrol altına alınması gereken ciddi tehlikelerden biri olduğunu düşünüyorum. Bir diğer eleştirel unsursa sırtını Simülakra ve Simülasyon teorisine dayandırıyor. Kitle iletişim araçlarının bir diğer etkisi de insanlığın gerçeklikle olan etkileşimini tamamıyla değiştirmesi. Hali hazırda bütün arzu ve korku etkileşimlerimiz medya tarafından yaratılan imgeler üzerinden belirleniyor. Medyaya tekrardan imge sunan bizlerse bu etki içerisinde üretim yaparak çıkışı olmayan bir sarmala girmiş oluyoruz. Dijital uzantılarımızın ve sürekli ulaşılabilen ekranların kitlesel bir panoptikon yarattığı düşüncesindeyim. Tabi film bu kompleks akademik teorileri açıklamak veya yeni bir argüman sunmak gibi bir iddiaya sahip değil. Sadece bu fikirlerden besleniyor demek daha doğru olur. Bina bu iki karanlık diye adlandırabilecek söylemin korku türüne adapte edilmesinden ortaya çıkıyor diyebilirim.”
ZOMBİ İLE CENAZE ARABASI ŞOFÖRÜ ARASINDAKİ AŞK
Şu an Cenaze adında uzun metrajlı bir film projesi üzerinde çalışan Behram, bu filminde bir cenaze arabası şoförü ve onun taşıdığı zombi arasında doğan yıkıcı bir aşkı konu alıyor. Bu, çeşitli alegoriler üzerine kurulmuş bir yol-korku filmi olacakmış. Peki, bundan sonraki projelerinin tarzını da Bina ile eş tutabilir miyiz? Behram, “Sanıyorum çocukluğumun da etkisiyle kurmaca türünde yaratım sürecim korku dünyasından besleniyor.” diyor ve ekliyor: “Bir süre daha bu şekilde ilerleyeceğini tahmin ediyorum. Tabi bir yandan belgesel projeleri çekmekteyim ki buradaki yaratım süreci tamamıyla farklı. Yer yer iki taraf birbirini besliyor diyebilirim.”