Muhabirlik, gazete, dergi veya televizyonda yapılan habercilik işidir. Savaş muhabirliği ise yüksek risk içeren savaş ve çatışma bölgelerinde gerçekleştirilen savaş muhabirliği olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla savaş muhabirliği, diğer habercilik türleri ve meslek gruplarından ayrılıyor. Savaş muhabirliği, bireylerin gerek mesleki gerekse insani anlamda kendine sorumluluk yüklediği bir meslek. Savaş muhabirleri savaş ortamlarındaki sivil ve askerler gibi savaş ortamlarının yarattığı tehlikelerle karşı karşıya kalıyor. Üstelik söz konusu meslekten kaynaklanan riskler sadece fiziksel boyutta değil; kişiden kişiye değişim göstermekle beraber savaş, çatışma vb. durumlarının psikolojik etkileri bulunuyor.
2005 yılında CNN Türk’te başladığı habercilik kariyerine 2007’den beri NTV’de devam eden Gazeteci-Muhabir Can Ertuna ile savaş muhabirliği mesleğini ve bu mesleğin kendisine yansımasını konuştuk.
Savaş muhabirliği her zaman kaos veya fiziksel şiddet ortamlarında mı gerçekleştirilir?
Neredeyse her zaman evet. Gittiğim tüm yurtdışı görevlerde sıcak çatışma yoktu belki de ama buralarda da sorunuzda da belirttiğiniz gibi kaos söz konusuydu. Örneğin Tunus ve Mısır’daki ayaklanma süreçleri, Kırım’ın ilhakı böyle görevlerdi. Bunun dışında savaşın askıda olduğu ancak her an saldırı tehdidinin yer aldığı noktalardan da bahsedebiliriz; örneğin “savaş sonrası” Afganistan. Dolayısıyla bu gibi yerlere giderken de “savaş muhabirliği” deneyimi çok şey katıyor.
Savaş muhabirliği fiziksel bir güç veya cesaretin yanı sıra potansiyel bir yetenek gerektirir mi?
Fiziksel güç belki de sıralamada sonlarda yer alır bence. Öncelikle soğukkanlılık, deneyim, bilgi birikimi, sağlam sinirler, sabır ve akıl gerektiriyor sanırım.
Can Ertuna neden savaş muhabiri olmak istedi?
Açıkçası özellikle savaş muhabiri olmak gibi bir hayalim yoktu. “Dünyada nerede ne oluyorsa mümkün olduğunca orada olmalıyım” diye düşünürdüm. Türkiye’de dış habere ayrılan kaynak kesesi ne yazık ki savaş ve kaos durumlarında daha bolca açıldığı için bir muhabir olarak kendimi savaşları takip ederken buldum.
Tehlikeli olan veya ölümle sonuçlanabilecek ortamların içine tekrar tekrar cesaret edebilmek bireyin kendi içerisinde nasıl bir ikna sürecinin sonucu?
Başlarda başınıza hiçbir şey gelmeyeceğini sanıyorsunuz ta ki yanınızda insanlar hayatını kaybedip yaralanana kadar “bana bir şey olmaz” düşüncesi hâkim oluyor ki bu çok tehlikeli. Bu “ilk dönem”de daha atılgan ve gözü kara oluyorsunuz, risklere karşı vurdumduymaz bir adrenalin avcısına dönüşüyorsunuz. Ancak dediğim gibi bu zamanla değişiyor. Bir süredir tehlikeye atılmadan önce daha ince eleyip sık dokuyorum…
Psikolojik olarak tanık olduğunuz şeyler sosyal hayatınızda sizi rahatsız ediyor mu?
Elbette, ne kadar bastırırsanız bastırın bir yerlerden çıkıyor. Kimi zaman günlük hayatta artan endişe dozu ve hatta öfke olarak; kimi zaman da kısalan uyku saatleri, belki de içinde yaşadığınız koşullara yabancılaşma olarak.
Bilinçaltınızda neler gizli, neler yatıyor?
Bilinçaltında oldukları için tam bilemiyorum haliyle… Ama çok sayıda kötü öykü biriktirdim korkarım ki geçen yıllar içinde.
Mesleğiniz sosyal hayatınızda nasıl bir farkındalık edinmenizi sağladı?
Öncelikle hayata, yaşamaya daha çok kıymet vermeye başladım. “Asıl olan hayattır, gerisi teferruattır” felsefesi ağır basmaya başladı. Bir de insanların hayatlarının hızla nasıl değişebildiğine, varlık ve yokluk arasındaki çizginin ne kadar ince olduğuna tanıklık ettikten sonra elimizdeki temel değerleri daha da önemsemeye başladım; barış, özgürlük, demokrasi gibi…
Asla unutamadığınız bir anınız var mı?
Unutamadığım çok şey var ama biri öne çıkıyor. 2012 yazında Suriye’de savaşı takip etmek için Halep’e gitmeye karar verdik. Hatay’da bir başka Filistin kökenli gazeteci arkadaşımız Başar Kaddumi ile konuşuyorduk, bana “çok tehlikeli gitme” dedi. Gittim ve biraz zor olsa da sağ salim döndük. Benden kısa süre sonra o gitti ancak ne yazık ki geri dönemedi. Hala o konuştuğumuz anı hatırlarım mesela…
Türkiye’nin savaş muhabirlerini veya ilgili alandaki gazeteciliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle çok iyi arkadaşlıklar kurduk “alanda”. Çok zorlu bir branş olduğu için rekabet ortadan kalkar ve dayanışma başlar orada. Farklı kurumlardan oldukça geniş bir ekibiz. Bir de keşke, sıcak savaş anlatıcılığı yerine biraz daha olay yerinde daha geniş açılar sunan bir habercilik yapılabilse. Keşke medya kuruluşları bunun için daha fazla zaman, para harcamayı göze alabilse…
Hayatınızın hiçbir döneminde psikolojik destek alma gereksinimi duydunuz mu?
Duymadım ama bu sağlıklı bir karar mı emin değilim. Genellikle duygularımı bastırmayı tercih ettim sanırım.
15 Temmuz veya Türkiye için kaos olarak nitelendirilebilecek anlarda Türkiye’de miydiniz, gözlemleriniz neler oldu? Deneyimleriniz mutlaka sizi soğukkanlı veya sonuçları öngörebilir kılmıştır.
O akşam Taksim’deydim. Ne olduğunu soranlara; “iki manga askerle ve zırhlı araç olmadan Taksim meydanı tutulmaya çalışılıyorsa, bu girişim başarısız olur” demiştim. Ama malum o gece Boğaz köprüsü, Vatan Caddesi Emniyet binası ve Belediye önünde çok daha sıcak saatler yaşandı.
Türkiye ve dünyadaki iliştirilmiş gazetecilik kavramını niteleyebilir misiniz? Ölçütü nedir veya sizce ne olmalı?
Uzun süredir var o yöntem. Ne yazık ki bir çatışmada ancak bir yere “sığınarak” cepheye gidiyorsunuz; üçüncü bir taraf olarak orada olmanız söz konusu değil. Ancak bu bir entelektüel ve duygusal mülteciliğe dönüşmemeli; yanında olduğunuz tarafın değil, nesnelliğin peşinde olmalısınız. Kurumlar da mümkün mertebe farklı yerlerde gazeteciler görevlendirerek farklı açılar sağlamalı. Ancak bu çok, çok az olan bir habercilik anlayışı.
Bundan sonraki kariyer hedefiniz nasıl ilerliyor? Savaş muhabirliği bu kariyerinin herhangi bir noktasında yer alıyor mu?
Açıkçası mevcut koşullarda habercilik yapabilme olanakları, Türkiye’de çok daralmış durumda. Hala dünyada en çok gazetecinin hapiste olduğu ülke burası. Medya iktidar ilişkilerinin dünyada en sağlıksız yaşandığı coğrafyalardan birindeyiz, dolayısıyla branştan bağımsız olarak belirtmek gerekirse, söylediğime, yazdığıma, çizdiğime karışılmayana kadar bu işi yapacağım, sonrasında yokum…
%100 özgür bir basın kavramından söz edebilir miyiz? Bu mümkün müdür? Mümkün olduğu durumlarda her şeyin “güzel, doğru” olacağı potansiyeli mi doğar?
Yüzde yüz özgür basın pratikte oldukça zor. Bir basın kuruluşunu var etmek ve ayakta tutmak için ihtiyaç duyduğunuz sermaye sizi bir yerlere bağımlı yapabiliyor çoğu zaman. Ama bu demek değil ki böylesi bir ilişki, “ilkesiz” basın yaratmak zorunda… Gazetecilik meslek ilkelerinde uzlaşılan bir basın aslında herkesin çıkarına ama bunu anladıklarında çok geç olacak “sarı öküzü vermeyecektik” diyecekler…
Can Ertuna Kimdir?
1978 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Koleji’nde okudu. O.D.T.Ü. Sosyoloji bölümünde lisans, Kentsel Politika planlaması ve Yerel Yönetimler’de yüksek lisans eğitimi aldı. Üniversite yıllarında birçok belgesel film projesinde yönetmen ve yönetmen yardımcısı olarak çalıştı, Ankara’da 1999- 2004 yılları arasında belgeseller için araştırma asistanlığından, metin yazarlığına; çeşitli film festivallerinde koordinatörlükten jüri üyeliğine kadar görevler aldı. 2005 yılında İstanbul’a taşınarak, CNN Türk haber merkezinde habercilik kariyerine başladı. 2007’den beri NTV’de çalışmaktadır. İş gereği yerkürenin farklı köşelerinde bulundu. Gittiği yerleri çoğu zaman fotoğraf makinesinin vizörünün ardından izledi, gördüklerini kaydetti.
www.canertuna.com